gaziantep escort

27-03-2020 23:20:52 Son Güncelleme: 30-03-2020 18:57:52

TEFRİKA/ 04 / EŞREF BEY / UÇAN ŞEYH (ŞEYH-İT TUYYUR)

Fizan'da tüm sürgünler kaçış planları yapıyor ve kıs mende başarılı oluyorlardı. Eşref ve Sami Bey'de bu planlara dahil olmuşlar ve mücadeleye son vermek yerine devam etme kararı almışlardı...
TEFRİKA/ 04 / EŞREF BEY / UÇAN ŞEYH (ŞEYH-İT TUYYUR)

TEFRİKA/ 04

EŞREF BEY
Uçan Şeyh (Şeyh-it Tuyyur)
Eşref Sencer Kuşçubaşı

Yazar: Jan Paçal

1. BÖLÜM

Fizan Sürrünü
Teşkilat ı Mahsusa'nın Kurulması

 

 

Başka, bambaşka şeyler düşünmeliydi, yoksa sinirden vücudunda çıbanlar peyda olacaktı. Taif'e getirilirken kendisine iyi davranan ve sohbet etmekten kaçınmayan yaşlı adamın sözlerini hatırladı;

"Siz gençler sabır  imtihanında hep kaybediyorsunuz. Ne diyor yüce kitabımız; 'Sabırlı olun. Sabır imtihanında düşmanlarınızı geride bırakınız... Bak genç adam Selçuklu, ihanet hançerlerinin ucunda uzun yıllar sallandı ama Türk’ün töresi  yaşadığı her acıya rağmen devletinin varlığını devam ettirdi. Selçuklu yıkıldı ancak halk esarete düşmeden yeni  bir devlet kuruldu. Türk, ateş çemberinde çok  imtihan verdi ama Mevla’nın izniyle varlığını korumayı başardı. Büyük Selçuklular gibi Anadolu Selçukluları da benzer bir sonu paylaştı. Osmanlı’nın da aynı sonu yaşayacağından hiç şüphen olmasın"

"Yaşlı savaşçı doğru söyledi, sabır, sabır... Sabırla beklemeliyim" derken kendi kendine, aklına Edebali’nin Osman Bey’e söylediği söz geldi: ,"İnsanı yaşat ki devlet yaşasın....", "Tersinden okursak: Devleti yaşat ki  insan yasasın."

Fizan'da tüm sürgünler kaçış planları yapıyor ve kıs mende başarılı oluyorlardı. Eşref ve Sami Bey'de bu planlara dahil olmuşlar ve mücadeleye son vermek yerine  devam etme kararı almışlardı; İki kardeşinde şimdilik planları ayrıydı ama birlikte hareket edeceklerdi.


Eşref,  Arap çöllerinde kalacaktı. Kafasında kurduğu çılgınca bir planı vardı ve kimseye anlatmıyordu. Dört duvar arasında anlatacak kimsesi de yoktu ama o gün gelene kadar kardeşi Sami'ye bile söylemeyecekti. Sultan Abdülhamit'in o çökmez denilen kutsal sayılan gücünü İslam'ın beşiğinde alt üst edecekti. Öncelikle Hürriyet'in Babası Mithat Paşa aşkına yapacaktı bunu.

Firar etmenin düşüncesi bile bal gibi tatlı gelirken gerçekler zehir gidi acıydı. Fizan denen sürgün bölgesinde durum ve şartlar son derece kötüydü. Dağıtıldıkları hapishanelerde hayatları boyunca unutamayacakları zorlu günler yaşıyordu sürgünler. Eşref Bey gardiyanlara rüşvet vererek kendisiyle iletişime geçen kardeşine güveniyordu bir pundunu bulduğu anda kaçacaklardı.

Eşref Bey'in biraderi Sami Bey kale muhafızları ve gardiyanlarla iyi geçinmeye bakıyor işine yarayacak her türlü bilgiyi kafasına not ediyordu. Bulundukları bölge zaten bir cezaevi idi. Sami Bey, Eşref'i hapisten çıkarsa, birlikte kaleden kaçsalar bile çevreleri uçsuz bucaksız kum çölleri ile kaplıydı. Asıl kaçış o zaman başlayacaktı.

Babaları Mustafa Nuri Bey ise kısa bir süre öncesine kadar yani sürgüne kadar, dönemin en hızlı haberleşme sistemlerinden birinin başında bulunuyordu. Tüm medeni icatlarda olduğu gibi telgraf da çok uzun zaman sonra benimsenmiş ve de gereği gibi yaygınlaşmamıştı. Kuşçuluk bizzat saray tarafından desteklendiği gibi protokolde de yeri olan bir meslekti…Bu kuşların her birinin ayrı ayrı özelliği vardı. Sanmayın ki güzel sesleri için veya görüntüsü için avlanıyorlar veya tutuluyorlardı, hayır… Bizzat savaşta kullanıldığı için özel bir önem arz ediyordu bu kuşlar.

Mustafa Nuri Bey, bu çöl kentinde de kısa sürede kişiliğini ve otoritesini ortaya koymuş ve sözü dinlenir bir insan haline gelmişti. Hoş sohbeti ve derin bilgisi ile herkesi etkiliyordu. Sözünü sakınmadan söylemesi ise onu ayrı bir yere koymuştu. Askeri erkan Kuşçubaşı'na selam vermeden geçmezken, baskı yönetimine içten içe kin besleyen Araplarda  onu baş üstünde tutuyordu. O'da haberci kuşların nasıl yetiştirilip eğitileceğine dair bilgiler aktarıyordu, mesleğini öğrettiği yeni öğrencileri olmuştu. Haksız yere iki oğluyla beraber sürgün edildiği Fizan yaşlı adama çok zor gelse de kutsal saydığı topraklarda olmakla avunuyordu.

Peki neresiydi bu Fiz an?

 Fizan, 19 yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'nin Sahra’ya açılan kapısı olarak elde ettiği öneme rağmen, asıl ününü jeopolitik konumundan değil, onu açık hava hapishanesi haline getiren ideal sürgün yeri özellikleriyle kazandı. Trablusgarp, eskiden beri hem siyasal suçlular, hem de merkezden uzaklaştırılmak istenen devlet görevlileri için bir sürgün yeriydi. Hatta bu bölge o kadar meşhur olmuştu ki kızgınlıkla söylenen sözlerin ve küfürlerin içinde yer almıştı, "Fizan'a kadar yolun var"

Fizan’ın bir sürgün yeri olarak kullanılmasına II. Abdülhamit’ten önce başlanmıştı, ancak burası asıl ününü “Kızıl Sultan” zamanında edindi. Tahttan indirilme korkusunu paranoyakça bir saplantı haline getiren Sultan Abdülhamit, çareyi en tehlikeli düşmanlarını (Jön Türkleri) zehirlerini saçamayacakları, saçsalar bile etkili olamayacakları en emniyetli yer olan Fizan’a sürmekte buldu.

Murzuk’ta olduğu gibi, Fiz an’daki diğer vahalarda da hayat hem içme, hem de sulama suyunun temin edildiği kuyulara bağlıydı. Yeraltı suları yaşamın kaynağıydı. Yerüstü suları ise yok denilecek kadar azdı. Yağmur, Fi zan’da bilinmeyen bir şeydi. Bölgedeki yiyecek kaynakları da en az su kadar kısıtlıydı. Vahalarda yapılan sınırlı ölçekteki tarım, bol miktarda hurmayla birlikte halkın başlıca gıdasını oluşturuyordu. Hayvancılık hemen hemen yok gibiydi. Fizan’da yaşayan halk, bu zor koşullara uyum sağlamayı bilmişti.

Fizan’ı vilayetin merkezi olan Trablusgarp’a ve diğer bölgelere bağlayan yegâne ulaşım aracı deve kervanlarıydı. Aslında kuzeyden güneye kum çölleri dışında hiçbir önemli doğal engel bulunmamasına karşın, arabaların işleyebileceği bir yol da yoktu. Demiryolu mevcut değildi. Akdeniz sahilinden Fizan’a ulaşmaya çalışan bir kişi, deve sırtında 30 ila 45 gün süren bir yolculuğu göze almak zorundaydı. Güneyde, Sudan tarafında ise bu süre iki katına yakındı. Üstelik kervan yolları üzerinde kuyulardan ve karakollardan oluşan düzgün bir menzil teşkilatı da yoktu. Güvenlik endişesi, kıyı bölgesi ile Fizan arasında mal akışını sağlayacak bir üretim fazlası olmaması, yüksek kazançlar elde edemeyen yerel tüccarları daha da isteksiz hale getiriyordu. Bölgedeki tek ticari aktivite, Afrika’nın iç kesimlerinden Trablusgarp ve Bingazi gibi uluslararası limanlara mal taşıyan büyük kervanların transit geçişlerinden ibaretti. Bu durum, diğer bakımlardan olduğu gibi ticari olarak da Fiz an’ı tecrit edilmiş bir bölge haline getiriyordu.

Genel olarak Trablusgarp, özellikle de Fizan, bir sürgün yerinden beklenen tüm koşulları mükemmel karşılayan bir yerdi. Trablusgarp ile İstanbul arasındaki bağlantı sadece deniz yoluyla sağlanabiliyordu ve ayda birkaç taneyi geçmeyen İdare i Mahsusa seferiyle sınırlıydı. Fizan ise Trablusgarp’tan en az 30 gün mesafedeydi. Sadece yerlilerin oturduğu bu ırak vahalar, tehlikeli beyinler için ideal bir tecrit yeriydi. Burada ne kışkırtıcı gazeteler, ne tahrikçi arkadaşlar, ne de Avrupa’daki Jön Türklerin sahip olduğu imkânlar vardı. Burası, zararlı düşüncelerin ve tehlikeli planların hükmünü kaybettiği bir yerdi.

Sürgün, Abdülhamit’in en sık başvurduğu cezalandırma yöntemlerinden biriydi. Aslında bu yöntemin amacı cezalandırmak kadar özellikle siyasal suçluları ve iktidarının devamı için tehlikeli bulduğu kişileri İstanbul’dan uzaklaştırmak, Jön Türk hareketini dağıtmak ve örgüt mensuplarını pasifize etmekti. Hatta kimi örnekler, bu ikinci amacın bazen daha öne çıktığını gösteriyordu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin planladığı başarısız darbe girişiminde sergilediği tavır bu doğrultudaydı. Söz konusu olay, plan eyleme geçmeden bir gece önce cemiyet üyelerinden Nadir Bey’in boşboğazlığı yüzünden beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmış, isimler ifşa olmuş ve komplocuların hepsi aynı gece içinde birbiri ardına tutuklanmıştı. Teşkilat üyeleri çok ağır bir suçlamayla karşı karşıya bulunuyorlardı, çünkü söz konusu plan sadece padişahın hallini değil, gerekirse öldürülmesini de öngörüyordu. Buna karşı Sultan Abdülhamit’in tepkisi, plana karışan örgüt mensuplarını Trablusgarp, Bingazi, Fizan ve Akka gibi imparatorluğun uzak yerlerine sürmek oldu.

Taşkışla Divanı Harbi’nde yapılan yargılamalarında 78 kişi suçlu bulunarak sürgünle cezalandırılmıştı. Önemli bir kısmı Tıbbiye öğrencilerinden ve hekimlerden oluşan sürgün kafilesi, nereye gönderildiklerinden habersiz olarak, Şeref Vapuru'na bindirilerek yola çıkarıldı. Kafiledekiler, bindirildikleri geminin adından dolayı “Şeref Kurbanları” adıyla Jön Türkler arasında “Abdülhamit zulmünün” canlı bir kanıtı olarak efsaneleştiler.

Buraya yollananların çoğu ailelerini de getirtmişler, iş güç sahibi olmuşlar, kentin Mızran ve Rikardo adlı iki büyük caddesinde sağlı sollu sürgün mahalleleri kurmuşlardı. Yeni gelen kafileler de kısa zamanda bu hayata uyum sağlardı. Mesleklerine göre kimisi hastanede, kimisi mühendislik hizmetlerinde, kimisi de çeşitli devlet dairelerinde görevlendirildi. Sürgünler, aralarında topladıkları parayla şehrin merkezinde bir kütüphane kurdular. Ardından bir okul inşa ettiler. Mektebi İrfan adı verilen okulun tüm hocaları sürgünlerden oluşuyordu. Örneğin elifbayı, gazeteci Ahmet Cevat okutuyordu.

Her çareye baş vurularak okula en iyilerinden kitaplar, âlet ve edevatı tedarik edilmişti. Hatta o devirde belki hiçbir okulda olmayan bir şey, okul sineması bile vardı. Bir örnek zarif ve temiz elbiseleriyle bu çocuklar istibdadın kör gözlerine sokulmak istenen bir varlık gibiydi... Bu mektep, Trablusgarp’ta sürgünlerinin dimdik duran bir abidesi idi.

Sürgünlerin bir kısmı da memur olarak Trablusgarp vilayetinin Bingazi, Humus, Derne gibi kasabalarında görevlendirilmişlerdi. Sürgünler bir koloni oluşturmuşlardı, aralarında her meslekten insan vardı. Doktorları, Dr. Reşit ve Süleyman Emin Beylerdi. Aralarında ticarete başlayanlar olmuş, kimi sabun imalathanesi açmış, kimi marangozluğa başlamıştı. Aralarında zabiti, kaptanı, eczacısı, mühendisi vardı.

Trablusgarp sürgünlerle ilerlemiş, büyük bir şehir haline gelmişti. Sultan'ın tüm önlemlerine rağmen sürgünler burada siyasi faaliyetlerini sürdürmekten de geri kalmıyorlardı. ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin Trablusgarp’taki şubesi yeni gelenlerle daha da güçlenmiş ve etkisini artırmıştı.

Ayrıca örgüt, mücadelesini Avrupa’da sürdürme kararında olanların kaçmalarına da yardım ediyordu, ilk firar, 1898 yılının Eylül’ünde gerçekleşti. Önce Arif ve Hafız İsmail Beyler bir maltız sandalıyla kaçtılar. Daha sonra beş kişi birden yok oldu: Dr. Hamid, Şeyh Necmeddin, kardeşi Vahyi, Tıbbiyeli Faik ve Vehbi. 22 Şubat 1899 tarihinde Rıza Şakir ve Musa Fazıl kaçtılar. Ardından Rıza Şakir Bey, yine komite karar ve teşebbüsüyle firara teşebbüs ettiyse de başarılı olmayarak yakalandı. Dördüncü firar Ferit, Yusuf Akçura ve Fazlı Beylerin ki idi. Bunu, ilerleyen yıllarda diğerleri izledi. Firar sırası Kuşçubaşı kardeşlere gelmişti.

--------
devamı için lütfen tıklayın
-------------------

YUKARI