gaziantep escort

04-04-2020 15:46:01 Son Güncelleme: 08-04-2020 16:43:01

TEFRİKA/ 06 / EŞREF BEY / UÇAN ŞEYH

Kültürümüzün bütün dinlerin üzerinde bir güzellik taşıdığını söyleyip durdu. Neden Arap Kültürüne özenildiğini sordu.
TEFRİKA/ 06 / EŞREF BEY / UÇAN ŞEYH

TEFRİKA/ 06
 

EŞREF BEY
Uçan Şeyh (Şeyh-it Tuyyur)
Eşref Sencer Kuşçubaşı

Yazar: Jan Paçal

-----------

1. BÖLÜM
Fizan Sürgünü
Teşkilat ı Mahsusa'nın Kurulması

--------------

Hücresinde sürekli spor yapmaya çalışan Eşref kaçış günü geldiğinde formda olmak istiyordu. Ebu Musa'da karın doyuracak yiyecekler değil güçlü tutacak şeyler getiriyordu artık. Haftada bir gün et yediği oluyor yumurta ve taze meyvelerde giriyordu karavanaya. Güneş görmeyen yüzüne kan gelmişti artık.

Eşref, duvar taşlarının üzerindeki şekilleri seyrederek düşüncelere dalmışken kapıda yaşlı gardiyan belirdi. Ebu Musa cebinden kağıda sarılı hurmaları çıkartırken Eşref 'in gözlerini içine delercesine baktı, "iki gün sonra sevgili peygamberimizin doğum günü seninde öyle olacak" dediğinde, Eşref özgürlük vaktinin gelip çattığını anlamıştı artık. Neredeyse bir yıl geçmişti ama önündeki iki gün geçmek bilmeyecekti...

İki gün sonra kandilin başlamasına az kala Ebu Musa, "Sevaptır peygamberimizin yüzü hürmetine mahpuslara hurma dağıtacağım" deyip gecenin o vakti bir sepet dolusu hurma ile girdi hücrelerin dizili olduğu zindan katına. Sıra Eşref'in hücresine geldiğinde her zamanki gibi çekinmeden kapıyı açıp genç savaşçının yüzüne baktı. Hurmaları yere döküp sepeti bir kenara attıktan sonra hırkasının kenarından uzunca şeritler yırtmaya başladı. "Hadi evladım ellerimi ayaklarımı bağla, ağzımı tıka, kapıyı üzerime kilitle ve git, yolun açık olsun, özgürlük diye bağırır durursun özgürlük senin ve aziz milletinin olsun."

Eşref, bir an tereddüt etti ancak ok yaydan çıkmıştı, kumaş şeritlerini almadan önce uzanarak yaşlı adamın ellerinden öptü başının üzerine koydu. Ebu Musa uzun hırkasını ve başlığını da çıkarmış bağlanmayı bekliyordu ama Eşref'in eli bir türlü bu bilge adamı bağlamaya gitmiyordu.

Yaşlı adamın ısrarlarıyla gözlerinden akan yaşları tutamayarak yaptı bütün bu işleri. Hücre kapısını kendisine özgürlük yolunu gösteren gardiyanın üzerine kapatmadan önce göz göze geldiler, Eşref'in gözleri nemli, Ebu Musa'nın ki garip bir neşe içindeydi.

Meşalelerin yarı aydınlattığı uzun ince koridora çıktığında yaşlı adamın cübbesini sırtına, başlığını kafasına geçirdi. Koridorun sonuna geldiğinde hala sorun çıkmamıştı. Diğer muhafızların olduğu odaya göz attığında kimseyi göremedi. Biraz durup sesleri dinledi, çıt yoktu. Mahpushane'nin avlusuna gelmişti artık, in cin top atıyordu, kule nöbetçilerine göz attı, sırtları zindan kapısına dönüktü, gözleri günlerce bağlı kaldığı tomruğa takıldı, mevlit sesleri dolduruyordu her yeri...

Eşref, sessiz ve de dikkat çekmeden ilerlerken  bir çift göz tarafından dikkatle izlediğini fark etmedi. Alev alev yanan bu gözlerin sahibi olan Yüzbaşı'nın suratına ince alaylı bir gülümseme yerleşmişti. Bu genç hakkında yanılmadığını çok iyi biliyordu. Eşref köşeyi dönüp gözden kaybolmak üzere iken, "Yolun açık olsun evlat..." dedi sessizce.

Eşref, Ebu Musa'nın tarif ettiği gibi köşeyi dönüp avlunun arkasına dolandı, kenara bırakılmış at arabasının üzerine çıkarak duvara tırmandı ve bedenini usulca aşağı bıraktı. Tam iki ayağı üzerine basıp dengeyi sağlamıştı ki gözlerini karşıdaki dar ara sokağın köşesinden gelen kısık ıslığa doğru dikti. Sessiz adımlarla oraya doğru koştuğunda kardeşi Sami'yi gördü. Sarılıp hasret giderecek zaman değildi, peşine takıldı. Ara sokaklarda ilerleyip şehrin surlarına doğru yöneldiler. Dışarıya açılan küçük kapının yanındaki nöbetçi elleri ayakları bağlanmış ve karanlık bir köşeye çekilmişti. Kapının ardında fersah fersah uzayan çöl başlıyordu. Sami, sol taraflarındaki kum tepeciğini işaret etti. Tüm güçlerini kullanarak hızla tepeciği tırmandıklarında Eşref aşağıda kendilerini bekleyen develeri gördü; artık özgürlüğe bir kaç adım kalmıştı.

Her kaçış planının uygulanmasında etkin rol alan Çerkes Tahir develerin yularlarını kardeşlerin ellerine tutuştururken gözlerinden neşe akıyordu. Sami, tereddüt etmeden bu iri kıyım adama sarıldı. Eşref ile de sıkıca tokalaştı. Develerin yüklerini göstererek, "Bir ay yetecek su ve yiyecek var burada ancak siz yinede dikkatli kullanın. Bu çöl İstanbul'un hatunlarından beterdir. Bunlar da tabancalarınız, tüfekler de askıda, cephanenizde bol, Allah yolunuzu açık etsin. Yolda bir kervana veya yerel halka rastlama ihtimaliniz var, birer kaçak olduğunuzu unutmayın ve uzak durun. Eğlenmeyin hemen yola çıkın."

Çerkes Tahir kaçaklar gözden yitene kadar arkalarından baktı ve şehrin surlarına doğru gizlenerek yaklaşmaya başladı.

At sırtında olmaya alışmış olan Eşref'e deve üzerinde olmak yine tuhaf gelmişti. Kendini çok komik bir durumda hissetse de yapacak bir şey yoktu. Devesini dehleyerek ileri süren Sami ise bu konuda daha tecrübeliydi. Tereddüt içindeki kardeşinde dönerek, "At gibi farz et, pek farklı değil hatta alışırsan bu çöllerde çok daha konforlu, arkana bile yaslanma şansın var..."

Çölde hörgüçlü hecin develeri arkalarında ince izler bırakarak ilerlerken kuzey rüzgârlarının savurduğu kumlar birkaç dakika içinde tüm izleri yok edecekti...

"Çöl..." dedi içinden, "Gerçekten bir yasam biçimi." Eşref, Edirne’de, Makedonya’da korkularını hep yanında taşımıştı. Uçsuz bucaksız bu sahrada yine bu korkuların tutsağı olarak ilerliyordu. Bilinmeyenden korkuyordu Eşref, bilinenlerden değil. Tüm korkularından kurtulacaktı. Askerî okulun soğuk tas binalarındaki sükûnet içinde İslam Halifesi'ne duyulan korkuyu hatırladı. Dışarıdaki  hiç bir şeyin o soğuk yüzlü binaların  içinde tartışıldığı gibi  olmadığını düşündü. Yüreğinde kabaran öfke iç denizlerini  köpürtüyordu. İç sesi  kendini  haklı çıkaracak sebepleri arayıp buluyor, tekrarlayıp duruyordu.

Gözlerini yeniden yıldızların aydınlattığı kumlara dikti. Taif'e getirilirken geceleri ateş başında yaptıkları sohbetleri düşündü, ne demişti yaşlı asker, "Çöl… Hiçbir güce kolay kolay boyun eğmeyen, hükümran tanımayan bir bedeviye bile kendi kurallarını kabul ettirmeyi bilir. O'na kendi ne has koşulları olan bir yasamı öğretir. Tarih kahramanlarla doludur evladım. Bu topraklarda meşhur bir kaide vardır. Çöl  insanları derler ki: 'Şeyh uçamaz, onu müritlerin arzuları uçurur'..."

"Şeyh uçamaz, onu müritlerin arzuları uçurur" diye tekrar tekrar söylendi ne demek istemişti bu sözüyle yaşlı savaşçı. Düşünmeye devam etti, belki de düşünmemesi gerekti, hayat ona bu sözü ve arkasında yatan anlamı nasılsa öğretecekti.


İki kardeş bütün gece hiç durmadan sürdü develerini. Sami, ara sıra yıldızlara bakıyor ve yönlerini tayin ediyordu. Günün ilk ışıklarında bile durmadılar, hızla yol almaları gerekiyor peşlerinden gelecek müfrezeler ile aralarını açmak istiyorlardı. Her şekliyle tedbirli olmak zorundaydılar. Ancak ertesi günün akşamı gün batımında mola verdiler, yorgundular. Çok farklı bir tecrübeydi çölde yol almak, gerekli bilgileri edinmemiş olsalar kaybolmaları içten bile değildi. Anlaşılması zor bir tabiatı vardı çölün. Eşref," Eğer çölü anlarsan çöl insanlarını da anlarsın" diye söyleniyordu. Birden kendi kendine konuşmayı alışkanlık haline getirdiğini fark etti, kurtulmalıydı bu durumdan, artık özgürdü. Kum deryası içindeydi, çevresinde dört duvar yoktu, gökyüzü ve rüzgar bir armağandı...

Mola zamanı geldiğinde çöl kumlarında karşılıklı oturup bağdaş kurmadan önce sıkı sıkı sarıldı iki kardeş. Eşref Bey, "Kardeşim, durmasa mıydık müfrezelerle aramızda olsa olsa en fazla 6 saat vardır" derken Sami deri su tulumunu başına dikip kana kana sıcak sudan içti sonra konuştu.

-Merak etme onların takip ettiği izler tam aksi yönde ilerliyor. Ufak bir şaşırtmaca yaptık, kanmışlardır... Her türlü tedbiri aldık ama yine de dikkatli olmalıyız.

O zaman yapılan planın oldukça ayrıntılı olduğunu anladı Eşref, "Babamız ne olacak peki" diye sordu. Su tulumunu kardeşine uzatan Sami, "Bu planı o yaptı zaten. 'Bu yaşta çölü deve sırtında kaçak olarak geçemem varın gidin beni de merak etmeyin' dedi. Sana hasretle selamlarını iletti. Bu arada senin gardiyan Ebu Musa ile de sıkı dost oldular."

Eşref, arkada bıraktığı gardiyanını hatırlamıştı, "İnşallah başına bir şey gelmez" diye bildi ve sordu,

-Ebu Musa ile tanışma konuşma şansın oldu mu hiç? Son derece bilgili bir zatı muhterem.

Sami bey gülümseyerek cevap verdi,

- Oldu... Hem de bir çok kez. Biliyor musun bizim Çerkes olduğumuzu öğrenince adamın tavrı tamamen değişti. İnanmayacaksın ama gençliğinde çok gezmiş ve Kafkasya'ya da yolu düşmüş. Abhazya'ya gemiyle inmiş yukarılara çıkamasa da dünyada gördüğü en güzel ülke olduğunu söylüyor, öve öve de  bitiremiyor. Söylediği bir şey babamızı da çok şaşırttı; Kültürümüzün bütün dinlerin üzerinde bir güzellik taşıdığını söyleyip durdu. Hatta böylesine bir kültüre sahipken neden Arap Kültürüne özenildiğini sordu. Babam sustu kaldı bir şey diyemedi.  Onun gibi inançlı bir adamdan bunları duymak çok şaşırtıcıydı. Adetlerimiz gelenek ve göreneklerimiz bütün dünya üzerinde yaşansaymış ne kölelik olurmuş nede sefalet. Her gün düzenli olarak geldi ziyarete. Sanırım sana da iyi bakmış. O adam bizden rüşvet isteyecek diye beklerken o bizim yaşam standartlarımızı yükseltmek için elinden geleni yaptı. İşin aslı her ne kadar söylemek istemese de teşkilatın adamı ve elinin uzanmadığı yer yok. O zaman niye gardiyanlık yapıyormuş diye sorarsan bunun cevabı kendisinde saklı; tabi benim bazı tahminlerim var.

-Peki bize develeri getiren kimdi?"

-O'da bizden Çerkes, O'da sürgün tam bir deli. Şöyle adam gibi bir şeyler olsa da can sıkıntısından kurtulsak deyip duruyor. Bence canı kana susamış savaş istiyor.

Ardından Eşref Bey en çok merak ettiği şeyi sordu,

-Nereye gidiyoruz kardeşim?

Sami, Medine yolunda olduklarını söylerken ancak bir ayda bu yolu aşabileceklerini de belirtti. O'nun merak ettiği şey ise Eşref kardeşinin ne yapmak istediğiydi. Bu soruların cevap bulması uzun sürmeyecekti. Sanki hissetmiş gibi Eşref suskunluğu bozdu.

- Abdülhamit'i ortadan hemen kaldırmayacağım ama önce felsefesini ve İslam Alemi üzerindeki itibarını yok edeceğim.

Sami ister istemez bunu nasıl yapacağını sorduğunda Eşref Bey yine yıldızlara bakıyordu, sakin bir sesle,

-Bildiğim bir şey var ama başka yollarda bulacağıma emin ol...

Gece alabildiğince yol alıp gündüz kısa molalar veren kardeşlerin yiyeceği yirmi beşinci güne geldiklerinde iyice azalmış su ise damla damla tüketilerek yetirilmeye çalışacak kadar kalmıştı.

Firari kardeşlerin çölde konuşacak çok zamanları oldu. Özellikle geceleri başlayan muhabbet uyku bastırıp kaçınılmaz oluncaya kadar devam ediyordu. Sami, kardeşi tam uykuya dalacak iken, "Herodot" diye sessizliği böldü.

Eşref Bey, "Ne olmuş Herodot'a" diye uykulu bir sesle sordu. Sami'nin uykusu gelmemişti daha, " Herodot, bu içinde bulunduğumuz çölde yaşayan bir halktan bahseder.  Atlantisli olduğunu söyler bu halkın. O zamanlarda burası bu günkü gibi çöl değil aksine yemyeşil ve bereketli bir yermiş. Mavi derileriyle meşhur bu insanların kökenleri tam olarak saptanamamış"

Bu konuya kardeşinin ilgisiz kalmasına içerleyen Sami, "Biliyor musun bu savaşçı halkın erkekleri 25 ine geldiğinde sadece gözleri açık olacak şekilde örtünürmüş, kadınları için örtünme zorunluluğu yokmuş. Yerleşmeyi ret ederlermiş, çölde dolanıp dururlar, karakter  olarak da oldukça haysiyetli imişler."

"Atlantis.... Herodot. Gizemli kadim halk..." diye gelen nidanın ardından horlama seslerini duyunca Sami konuşmayı kesti, eşsiz güzellikteki gökyüzüne bakarak, "Böyle bir savaşçı gruba nede çok ihtiyacımız var" dediğinde horlamaların şiddeti iyice yükselmişti. Gülümseyerek uyumaya çalıştı. Günler ve geceler birbirinin aynı akıp gidecekti.

O gece yol almadılar. Bir gece olsun tamamen dinlenmiş olmak istiyorlardı. İlk uyanan Eşref Bey oldu, kumun üzerine serdiği örtüden dışarı çıkan ayaklarını toparladı, botlarını geçirdi. Kardeşi hala uyanmamıştı. Günün doğuşunu seyrederken uzaktan geçen bir kervana takıldı gözü. Kardeşini de uyandırdı. Kervan kendilerini görmemişti, görmüşse de önemsenmemişlerdi. Kavrulmuş un ve biraz hurma yedikten sonra yeniden yola düştüler.

"İnsanın bedenini olduğu kadar ruhunu da içine çekip eritmeye çalışan kumlar ne kadar çoksunuz. Tıpkı siyasetçiler gibi, görünüşte güzel, özde ölümcülsünüz. İnsanı kendine aşık edip sonra yavaş yavaş öldürürsünüz" düşünceleriyle deve üzerinde bir öne bir geriye sarsılarak ilerleyen kardeşinin sıkıntısının orta yerine dalan Sami ileri uzattığı parmağıyla zar zor görülen Medine'yi işaret etti. "Daha fazla ilerlemeyelim 3 saat sonra güneş batar ve biz bir saatte Medine'de oluruz."

Eşref 'in neşesi az buçuk yerine gelmişti.

-Hatırlar mısın sürgün vapurunda, Hidayet Kaptan'ın yanına indiğimizde. Babam nasıl üzgündü...

Çok uzakta olmayan anılara dönen Sami ağzını kapatan örtüyü  açarak;

- O'nun tam aksine kardeşim ikimizde o kadar mutluyduk ki, Namık Kemal'den şiirler bile okuduk.

Sami Bey, 'Nefta Şiiri'nin üçüncü bölümünü seslendirmeye başladığında Eşref Bey'de katıldı.

Git vatan! Kabe'de siyaha bürün

Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat

Birini Kerbela'da Meşhed'e at

Kainatta o hey'etinle görün!

Bu temaşaya Hak da aşık olur

Göze bir alem eyliyor izhar

Ki cihanda büyük letafeti var

O letafet olunsa ger inkar

Mezhebimce demek muvafık olur

Aç vatan göğsünü İlah'ına aç!

Şühedanı çıkar da ortaya saç! 

Bu keyifli dakikaların ardından ortalık yine sessizliğe büründü.

-Fizan'a sürüleceğimiz aklına gelmiş miydi hiç?

-Bence babam biliyordu ama söylemedi.

Eşref, işkencenin yol açtığı yaralarını hatırladı, incesinden sızlarken hepsi, "Yara değil ki onlar; Onlar benim madalyalarım" diyerek yine kendi kendine de konuştu.

___
devamı için lütfen tıklayın
--------

 

YUKARI