Hatırlamak, insanı geriye götüren bir eylem biçimi ama edilgen olduğu iddia edilemez. Hatıra, aynı zamanda kurulup yıkılabilen, seçim şansı tanıyan, insanın içinde yaratıcı bir zihni harekete geçirecek güçlü bir mekanizmaya sahip. Kendini bedensel olarak bugüne katmış görünse de, hatıralarına dönerek kendini yeni baştan kuran kişi, bir bakıma bugününü ve gelecekten beklentilerini (dolayısıyla kaygıyı, hırsı, hayali, düşkırıklığını vb.) bloke eder. Bir nevi, akıp giden hayata feyk atar. Bu da azımsanacak bir eylem biçimi değil. Kendisinin kalabalığını örgütleyip harekete geçirmiş kişi, yerleştiği düzlemde, seçtiği hatıraya demirlemiş bir direnişçidir artık. Kurup bozduğu kendi hatırası olduğundan, kimseye zarar vermez. Dilerse, geriye doğru, tıpkı bir elyazmasını düzeltir gibi kendini hatırasının işçisi ilan edebilir. Hayatı bir kez çalakalem yazılmıştır ama nihayetinde ilk editörü kendisidir. Bir anda, bilinç düzeyine çıkmamış bir kararla durur ve saatinin tersine tiktaklarıyla yeni hayatı başlar. Zihni geriye doğru yürürken, ona biçilmiş ömür ileriye doğru hamle eder görünse de, ne gam. Yaratıcı, aynı zamanda sessiz ve gölgeli bir çekişmedir bu; beden uyurgezerdir, bellek şiirli bir uyanıklıkta. Kalan yıllarının bir bölümünü feda eder, karşılığında hatırasının binasını yeniden kurarak kitabını tamamlar. (Yazarlığın, kendinden menkul yazarlığın tanımlarından biri budur belki de. Eksiltilen, yazıya feda edilen hayattan yeni bir hayat örmek...) Hatırlamak kimi zaman hesaplaşmadır; insan geçmişe dönüp, o geçmişte yer almamış bir eylemi uygun bulduğu bir bölüme yerleştirdiğinde, ya da eylemin kendisine, onu tamir ederek özürünü sunduğunda, akışa müdahalede bulunur. Dinî olmayan bir içgüdüyle bunu yaptıysa eğer, kendine ceza yazma cesareti gösterdiğinde arınmaya da hak kazanır.
Banu Birecikligil, "Yer ve Gök arası / Between Heaven and Earth", t.ü.y./oil on canvas, 155 x 200 cm, 2009
Monika Maron’un “Animal Triste” adlı romanı (Türkçe’de ilk kez) bunları düşündürmekle kalmıyor, aynı zamanda hayat denen muammaya şekil verme çabasının sadece bir sanat türü olarak sınıflandırılamayacağının, bunun aynı zamanda sağlam-kaymaz bir etik düzlem belirleme arzusu olduğunun altını da çiziyor, çizdiriyor. Yaşını bile hatırlamayan; 90’larını, belki de 100’lerini süren bir kadın anlatıcının, müphem bir zamansızlığa demir atarak kendi hayatından anlatılmaya değer bulduğu “aşk”lı bir bölümü aktarışında hem bizzat kendi hayatına (Kurgu ile özyaşamöyküsünün birbirinden çözünemeyeceği bir sıkı doku...) hem de çağımızda soyluluğu giderek elden gitmiş roman türüne şövalyece bir meydan okuyuş var. Monika Maron, yalnızca çalıştığı müzedeki dinozor iskeletine saplanmış, “hayvanlığını hiçbir zaman unutamamış”, ne güçlü ne zayıf, ne masum ne günahkâr, neredeyse saydamlaştırdığı karakteriyle değil, yaşlılığı bir kurgu olanağı olarak kullanarak da antik metinlerin iskeletine yaklaşıyor: “Yaşlılık hakkında söyleyecek iyi bir sözüm varsa o da, yaşlılığın iki açıdan ölüme hazırlanmaya yaradığıdır: Hatıralarımızı, sonunda hareketli dekor parçalarının az çok inandırıcı bir biyografi halinde monte edilebilecekleri kadar törpüleyip zımparalayacak vaktimiz vardır; ve sürekli çökme sonucunda kendimize bile o kadar yük oluruz ki, bizi yaşamdaki en sevdiğimizden, kendi kendimizden kurtarsın diye günün birinde ölümü özler hale gelebiliriz; ancak bu, çürümemizin bunamamızdan daha hızlı olması durumunda geçerlidir.”
Ölüme epeyce yaklaşmış anlatıcının, hayatını sadece olgunlukta, ―kızı büyüyüp evden ayrıldığında ve kocası sessizce uzaklaştığında― yaşadığı engelli (adam evlidir, geceleri aynı saatte kendi evine döner) bir aşkı odağa alarak hatırlaması, geçmişe kafa tutuşunun ne kadar güçlü bir kaynaktan beslendiğini gösterir, “Hayatımı, sonu gelmeyen devamlı bir aşk ilişkisi olarak sürdürmeye karar verdiğimde artık genç değildim” derken hayatın tekyönlü düz bir otoban olarak algılanmasının saçmalığını da ortaya koymuş olur. Ama biz son sayfaya kadar bunun sebebinden emin olamayız, ortada somut bir durum yoktur sanırız. Ancak hikâye tamamlandığında, bütün altüst oluşları baştan, bir kez daha kurmamız gerektiğini idrak ederiz, ki bu da bir yazarın ulaşabileceği gösterişsiz-üst düzey bir kurgu başarısıdır.
Anlatıcının evli sevgilisi Franz ve dinozor Brachiosaurus dışında düşünmekten hoşlandığı kimse yoktur, hatıranın bütün dekorları toplanmış, hayatının müzesinde sadece onlar kalmıştır. Bir dönem gelir ve insan kısacık ömrünün müzesine bir insanı bir dinozor iskeleti gibi yerleştirebilir. Ancak güçlü bir aş bize bu türeden şeyler düşündürür. Romanda anlatılan da böyle bir aşktır: “Yaşamına ve ölümüne” . Doğasına pek de uygun düşmeyen bir biçimde “yaşamına”, tarif edilemeyecek imkânsızlıkta: “ölümüne”. Tanım aralığını en genişinden seçer, bu nedenle aşktır zaten. “Seni kazanmak veya bu dünyadan göçmek” der, “Nihayet bu dünyaya aitizdir, ve nihayet artık bu dünyaya ait değilizdir” der. Ancak aşk kadar keskin bir duygu, “içimizdeki son tabiat kalıntısı”, bizi dinozorlar ve karıncalar dünyasına taşıyacak bir yüksek atlayışa olanak sağlar. “Hayatta aşktan başka bir şey kaçırılmış olamaz” diye tekrarlar anlatıcı, aşk buğusundan bir kostüm giydirdiği, yer yer hülyalı, yer yer gerçekçi şarkısını dipte mırıldanırken, hafif gülüşüne havaifişek sözler eşlik eder: “Delilerle ve âşıklarla tartışmamalı!”
1941 Berlin doğumlu yazar; duvarın hem varlığında hem yokluğunda, sağında ve solunda, ayıran ve birleştiren, yasaklayan ve serbest bırakan baskın imgesinde “o yer”li olmanın aşkları bölen halinin duvarsız coğrafyalara yakınlığını da gösteriyor. Belleğe örülen duvarlar, aşk söyleminin duvarları, hayatın kesitleriyle belirlenmiş duvarlar, engellerle yaklaşıp bizi ele geçirmek için savaşırken, hayatı ve metni aynı anda duvarsız bir genişliğe yayabilme becerisinin toprağını sulamış oluyorlar. Maron’un hayatı parçalı-sınırlı bir bütünlükle algılayışı, ham olana, insana ait yabanlığa doladığı şiiri, esneme kabiliyeti yüksek bir ustalıkla, kendiliğinden bir ferahlıkla yolunu buluyor. Öyle bir ferahlık ki, anlatıcının yaşıyla ağırlaşacağımıza, henüz ölmemiş bedenden ayrılan ruhun hafifliğiyle süzülüyoruz metnin içine. Yaşını hatırlamayan insanın yaşlılığından kim söz edebilir ki zaten? Yazarın zekâsı, kurgusuyla dilini aynı kıvamda tutabilmesinde de kendini gösteriyor. Ancak çocuklukta berrak olabilmiş dil, ömrün bir ucu yaşlılığa katlandığında bir kez daha ama son kez o berraklığa erişiyor. Karakteri aracılığıyla geçmişe doğru bükülen yazarın bir o kadar da yaşlılık dilinin berraklığına katlanışı karşısında biz de sınırlı ömrümüzü bir kitapta, bir ucundan bir müphem ucuna kat etmiş oluyoruz. İncecik bir kitaptan neler bekleneceğinin müjdecisi bir yoğunluğun mirasçısı olarak.
Monika Maron - Animal Triste, Çev: Mustafa Tüzel (Alef)