gaziantep escort
07-02-2020 14:03:16 Son Güncelleme: 30-07-2020 15:49:16

SIRADAN ADAMLARIN SIRA DIŞI CİNAYETLERİ

Avrupa tarihini değiştirecek kararların alındığı bir buçuk saatlik görüşme sonunda, Nihai Çözüm tüm ayrıntılarıyla kâğıda dökülüp onaylanmıştı.
SIRADAN ADAMLARIN SIRA DIŞI CİNAYETLERİ

Nazi Partisi, kurulduğu günlerden iktidara yürüyüşü ve devleti ele geçirip toplum mühendisliğine giriştiği yıllara dek uzanan süreçte, polis ve ordu dışında kalabalık bir milis grubu oluşturmaya girişmişti. Gücün tılsımına kapılan, 1929’daki Büyük Buhran’la hayatları tamamen değişen çeşitli mesleklerden insanlarla birlikte işsiz ve lümpen kesimden de bu milis kuvvetlerine akın akın katılım gerçekleşmişti.

Almanya’da Yahudilere, aydınlara, göçmenlere ve Nazilerin kendisine muhalif gördüğü herkese yönelik şiddet eylemlerini organize eden, işyerlerini yağmalayan ve fiîli gettolar oluşturan bu milisler, 1930’ların sonundan itibaren İkinci Dünya Savaşı’nda katliamlara girişecek Wehrmacht’ın özel birliklerine esin kaynağı olmakla kalmamıştı, aynı zamanda ona eleman devşirilen bir rezerv hâline gelmişti.

20 Ocak 1942’de Heinrich Himmler’in sağ kolu ve Yahudilerin gettolarda tutulup Üçüncü Reich’ın ucuz işgücüne dönüştürülmesi (köleleştirilmesi) fikrini ilk ortaya atanlardan biri olan Reinhard Heydrich, Berlin’in Wanssee kasabasında bir evde üst düzey devlet görevlilerinden, bürokratlardan, subaylardan, SS yetkililerinden, Nazi Partisi üyeleri ve partinin Yahudi politikasına yön veren önemli isimlerinden on beş kişiyi buluşturmuştu.

Toplantının ana gündemi, ‘Avrupa’daki Yahudi sorunu’na çözümler üretmekti. Gerek Almanya sınırları içinde gerek işgal edilen bölgelerdeki Yahudilerin, ‘Nihai Çözüm’e varana dek nerelere gönderilip hangi işlerde çalıştırılacağı ve sonrasında hangi toplama kamplarına yerleştirileceği, toplantı öncesi Heydrich’e yalan yanlış istatistikler hazırlayan sekreter Adolf Eichmann tarafından zapta geçirilmişti.

Avrupa tarihini değiştirecek kararların alındığı bir buçuk saatlik görüşme sonunda, Nihai Çözüm tüm ayrıntılarıyla kâğıda dökülüp onaylanmıştı.

Wanssee Toplantısı’nın sekreteri ve daha sonra Kudüs’te yargılanan Eichmann’ın deyişiyle Nihai Çözüm’ün ya da ‘ölüm keşmekeşi’nin bir kolu da Nazi Partisi’nin milis güçlerinden esinlenerek oluşturulan, Wehrmacht’ta görev yapmayan erkeklerden kurulu bir polis kuvvetiydi. Bunun bir bölümü, Polonya’da konuşlanacak ve Nihai Çözüm’ün sahadaki uygulayıcısı olacaktı. Haziran 1942’de Polonya’ya gönderilen, Christopher R. Browning’in “Sıradan Adamlar”da anlattığı 101. Yedek Polis Taburu’nun dehşet verici hikâyesi böyle başlamıştı.

‘Trapp Baba’nın adamları

Emirlere ve kanunlara sığınarak ya da bunları öne sürerek kolektif suç işlemenin olağanlaştığı bir dönemde göreve başlayan 101. Yedek Polis Taburu, Polonya’ya gönderildiğinde Nihai Çözüm’ün ve Holokost’un gaddar uygulayıcılarından birine dönüşmek üzereydi.

Polonya’da Nazilere karşı direnişe geçen Yahudileri bertaraf etmek ve bölgede ‘temizlik’ yapmak için ülkeye yollanan tabur, yıldırım savaşının (blitzkrieg) neferi olmaya koşullandırılmış, bu amaçla silahlandırılıp sınırsız yetkilerle cesaretlendirilmişti.

101. Yedek Polis Taburu’nun bağlı olduğu Ordungspolizei, kısaca ‘Orpo’, askerlikten muaf tutulanlardan oluşan ve Üçüncü Reich ordusu Wehrmacht’ın denetimindeki bir güçtü. Çoğunluğu Hamburglu olan 101. Yedek Polis Taburu ise Browning’in deyişiyle ‘tabandan gelen faillerin profesyonel katillere dönüştüğü’ bir gruptu.

13 Temmuz 1942’de Polonya’nın Bilgoraj kasabasına girerek gerçekleştirdiği ilk ‘görevinden’ 1944’ün sonuna kadarki eylemleri arasında kalan dönem, taburun (ve diğer Nazi oluşumlarının) 1945 sonrası daha net görülen kimliğini ve ruh hâlini yansıtıyordu. Browning, bunu şöyle açıklamış: “Özellikle Doğu Avrupa’nın fethedilmiş topraklarında konuşlanmış Alman işgalciler, yani kelimenin tam anlamıyla her kesimden on binlerce adam için rejimin kitlesel katliam politikaları, gündelik hayatın yüzeyini nadiren dalgalandıran sapkın ya da sıra dışı olaylar değildi. 101. Yedek Polis Taburu’nun hikâyesinin de anlattığı üzere, kitlesel katliam ile gündelik rutin bir olmuştu. Normalliğin kendisi, giderek anormal oluyordu.”

Bu noktada kritik soru şu: Wehrmacht’ta görev alamayacak kadar yaşlı ve hatta ordunun ‘işine yaramaz’ denen, Binbaşı Wilhelm Trapp, nam-ı diğer ‘Trapp Baba’ komutasındaki tabur üyeleri, hangi emirlere ve yasalara dayanarak nasıl bir ruh hâliyle binlerce insanı öldüren birer katile dönüşmüş ve bu eylemler ‘olağan’ sayılabilmişti?

Savaş ortamının ‘standartları’

Almanya’da yürürlüğe konan ırk yasaları gereği, çalışabilecek durumdaki Yahudiler, mallarına ve mülklerine Üçüncü Reich adına el konarak kamplara gönderiliyor, hasta ve yaşlılar ise infaz ediliyordu. Nazi işgali altındaki bölgelerde de aynı ‘kural’ geçerliydi ve 101. Yedek Polis Taburu’nun görev alanı olan Polonya’da, ‘yerinden etme’ ve ‘yeniden yerleştirme’ emirleri doğrultusunda tavizsiz uygulamalar mevcuttu.

Daha evvel, Baltık ülkelerinde insan nakillerinde görevlendirilen ve Hamburglu Yahudileri kentten süren tabur, Haziran 1942’de nihai görev noktası olan Polonya’ya yollanıyor. Beş yüz kişilik taburun büyük bölümünü işçiler oluşturuyor. Geri kalanında eczacılar, öğretmenler, pazarlamacılar ve şirket çalışanları yer alıyor. Önceden herhangi bir savaşa, çatışmaya ya da çıkarmaya katılmayan tabur üyeleri, 1942’de yeniden uygulamaya konan toplu infaz emrinin deneği hâline geliyor âdeta.

Polonya’daki çeşitli köylere ve kasabalara girip Yahudileri toplamakla ve çalıştırılamaz durumdakileri infaz etmekle görevlendirilen tabur, Trapp önderliğinde emirleri yerine getirmeye başladığında, görevden kaçan çok az sayıdaki üyesi haricinde hızla katliamlara girişiyor.

‘Görev’e katılmayı reddedenlerin ortak görüşü, çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmenin vahşet olduğu. Hatta Binbaşı Trapp’in, ‘emir emirdir’ dediğini hatırlatıyor Browning. Üçüncü Reich’ın, hem askerleri ve paramiliter güçleri hem de ‘üstün Alman ırkını’ motive etme yöntemi olan ‘görev’ ve ‘disiplin’ söyleminin, 101. Yedek Polis Taburu’nun gerçekleştirdiği katliamlarda da başrolde olduğu unutulmamalı.

Browning, 1945 sonrası gerçekleştirilen yargılamalardaki iddianamaler ve ifadelerden kitaba aldığı kısımlarda, tabur üyelerinden bazılarının infazlardan duyduğu tiksintiyi, bazılarının ise ‘görev’ aşkıyla ve ‘disiplin’ gereği soğukkanlılıkla işlediği cinayetleri ayrıntılı biçimde anlatışını hatırlatıyor. Katliamların akşamında bol alkol ve yemekle ‘sakinleştirilen’ taburda, kaldırılan kadehlerle utanç ve dehşet havası dağıtılırken ortama suskunluğun hâkim olduğunu da aktarıyor aynı tanık ve sanıklar.

Aidiyet duygusu, uyum sağlama düşüncesi ve dışlanma kaygısı ile ‘zayıf’ ve ‘korkak’ diye nitelenme endişesi, katliamlara katılmamayı seçen tabur üyelerinin sayısını azaltıyor. Cinayet işleyenler ise gerek ‘görev’ ve ‘disiplin’e gerek kendi vicdanını rahatlatacak kimi çıkarımlara dayandırıyor eylemlerini. Ardından, savaş ortamının standartları imdada yetişiyor: “Birkaç istisna dışında antisemitizm meselesi sessizliğe gömülmüştü. Açık olan şey, adamların yoldaşlarının gözündeki yerlerini koruma çabasının, kurbanlarıyla aralarındaki insanlık bağıyla hiçbir şekilde uyuşmamasıydı. Yahudiler, insanlığa karşı sorumluluk ve zorunlulukların dışında bırakılmıştı. ‘Biz’ ve ‘Onlar’ arasındaki böylesine bir kutuplaşma, tıpkı yoldaşlar ile düşmanlar arasındaki ayrım gibi savaş ortamının standardıydı.”

‘Günlük ekmek’ ve ‘hasat bayramı’

101. Yedek Polis Taburu’nun Jozefow, Lublin, Serokomla, Konskowola, Talcyn, Lomazy ve daha pek çok noktadaki katliamları, Nihai Çözüm’ün bir parçasıydı; beş yüz kişi, kendilerinden beklenmeyecek kadar fazla insan öldürmüştü. Her toplu infaz, bir öncekinin ‘ruhsal tahribatını azaltan bir rahatlama seansı’ diye niteleniyordu rütbeliler tarafından. Bununla birlikte, kısa sürede ‘tecrübe’ kazanan taburun maktullerle bağı kopuyor ve cinayet enikonu sıradanlaşıyordu.

Browning’in ifadesiyle ‘birini öldüren kişinin, ikinci seferde aynı derecede travmatik şok deneyimlemediği cinayetin, alışılabilen eyleme dönüştüğü’ bir süreç işliyordu: ‘Varlıklarının anlamı ve değeri olmadığı’ düşünülen Yahudilerin katledildiği, sürek avına benzeyen bir infaz dalgasıydı bu. Yazar, infazlarla birlikte getto temizlikleri ve sürgünlerin de ‘görev’e dâhil edildiğini söylerken taburun bu konularda hızla yetkinleştiğini hatırlatıyor.

Tabur, çalıştığı bölgelerde Üçüncü Reich’ın ‘suçlu’ ve ‘düşman’ ilan ettiği herkesi alıkoymakla, toplama kamplarına ve imha merkezlerine gönderip öldürmekle görevlendiriliyor. Yakalanıp öldürülmesi istenen Yahudiler için ‘günlük ekmek’ ifadesi kullanılırken tabur üyeleri, kurbanlarıyla yüz yüze gelerek cinayeti bireyselleştiriyor ve ‘av’ tamamlanıyor.

Bir başka ‘görev’ ise çalışma kamplarında ‘işinin bittiği’ düşünülen tutsakların ‘hasat bayramı’ (Erntefest) adı verilen bir operasyonla ve silah seslerini bastırması için hoperlörlerden verilen yüksek müzik eşliğinde infaz edilmesi. Browning, bu ve benzeri infaz operasyonlarıyla bölgede en az 83 bin insanın öldürüldüğünü belirtiyor.

İnsan kaynaklarının ‘artıkları’

Savaş sırasında canileşme, emre itaat, mevcut düzene uyma ve ideoloji gibi gerekçelerden hiçbiri, bu cinayetleri açıklamada tek başına yeterli değil. Browning, ırksal önyargıların, savaş ânında bunların tamamını aşan bir sebep hâline geldiğini hatırlatırken John Downer’a atıf yaparak ‘savaş kaynaklı nefretlerin, savaş suçlarına evrildiğini’ not ediyor. Kısacası hesaplayarak ve tasarlayarak öldürmenin ‘standart prosedür’e dönüştüğü bir süreç yaşanıyor.

Bununla birlikte, daha önce herhangi bir savaş tecrübesi bulunmayan ve silah kullanmamış sıradan insanların, öldürmenin ilk dehşetini atlattıktan sonra cinayeti bir rutine dönüştürmesi de caniliği tetikliyor. Buna ‘katil ve maktul arasındaki ruhsal uzaklaşma’ diyen Browning, ardından tabura ve günün koşullarına ilişkin fikrini paylaşıyor: “101. Yedek Polis Taburu’nun Lublin’e Yahudileri öldürmek üzere gönderilmesinin tek nedeni, bu görev için özellikle seçilmelerinden veya uygun bulunmalarından değildi. Bilakis tabur, savaşın o noktasında elde bulunan insan kaynaklarının ‘artıklar’ıydı. Bu tip cephe gerisi görevleri için kullanılabilecek tek birlik türü olduğundan Yahudileri öldürmekte kullanılmışlardı (…) 101. Yedek Polis Taburu’nun adamları, tıpkı Alman toplumunun geri kalanı gibi ırkçı ve antisemitik propaganda selinde boğulmuştu (…) Dört bir yana yayılmış ırkçılık ve bunun sonucu olarak Yahudilerin faillerle arasında herhangi bir ortak noktasını bırakmayan dışlama, polislerin çoğunluğunun en yakındaki topluluğun (tabur) değerlerine ve daha geniş topluma (Nazi Almanyası’na) uyum sağlamasını kolaylaştırmıştı. Burada yılların antisemitizm propagandası (Nazi öncesi antisemitizm ve on yılların keskin Alman milliyetçiliği), savaşın kutuplaştırıcı etkisiyle iç içe geçmişti. Irk olarak ‘üstün’ Almanlar ve ırk olarak ‘aşağıdaki’ Yahudiler dikotomisi, Nazi ideolojisinin merkezindeydi ve savaş hâlinde düşmanlarla dört bir yanı çevrilmiş Almanya imgelemiyle kolayca denk getirilebiliyordu.”

Mikro tarihçilik ve sözlü tarih

Browning’in anlattığı 101. Yedek Polis Taburu’na dair hikâye, Wehrmacht içindeki büyük bir grubun gerçekleştirdiği soykırımı ve Polonya’da Nihai Çözüm uygulamalarıyla ilgili ayrıntıları ortaya koyması nedeniyle önemli. Diğer bir ifadeyle yazar, dünyanın dehşetle izlediği Holokost süreciyle ilgili mikro tarihçiliğe ve hem tabur üyelerinin hem de soykırıma uğrayanların yakınlarının tanıklığı bağlamında sözlü tarihe yönelerek sarsıcı gerçekleri gözler önüne seriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında gezinip Nürnberg ve Tokyo mahkemelerindeki duruşmaları izleyenler, 101. Yedek Polis Taburu ve benzerleriyle insanlığın bir daha karşılaşmayacağından; sıradan insanların birer katile dönüşmeyeceğinden ve hatalardan ders çıkarılacağından neredeyse emindi.

Browning’in anlattığı ve Avrupa’nın orta yerinde cinayetler işleyip soykırıma girişenlerin benzerleri tekrar ortaya çıktı: 1965-1966’da Endonezya’da komünist diye mimlenen yaklaşık 1 milyon kişi, soğukkanlı birer katile dönüşen sivillerce öldürüldü. 1994’te Ruanda’da 1 milyon ve 1995’te Srebrenica’da 8 bin 372 kişi katledildi. Yakalanıp yargılanabilen sorumlular ise ‘bize verilen görevleri yaptık’ dedi. Tıpkı 1945 sonrasında ifade veren ve hüküm giyen selefleri gibi…

 

“Sıradan Adamlar”, Christopher R. Browning, Çeviren: Hilal Kara-Ali Açıkgöz, Heretik Yayıncılık, 360 s. 

kültürservisi

Ali Bulunmaz

YUKARI